24 Şubat 2015 Salı

Şimdi Daha İyi Anlıyorum

1990'lı yılların kendi halinde dönemlerinden bir tanesi. Memur çocuğu olmanın verdiği özgüvenin, şehrin yerlilerinin çocuklarının cesareti karşısında pek kıymet etmedi yaşlardayım. Havalar ısınmaya başlamış, Türkiye 1. Lig'inde sezon sonu gelmişti. Bir gündüz vakti, dışarıda arabaların korna sesleri evimizin içine kadar doldu. Henüz ilkokul çağındaki bir çocuğa ancak film repliği olarak yazılacak bir şekilde 'Ne oluyor yine, bu gürültüde neyin nesi' diyerek - belki de demek isteyerek- sokağa çıktım. Sitenin biraz dışarısına çıkınca bizi karşılayan, adı 'Emek' olsa da üzerinde pek emek harcanmadığı ilk görüşte anlaşılan caddede arabalar korna çalarak ilerliyordu. Adının yıllar sonra konvoy olduğunu öğreneceğim düzen içerisinde giden bu arabaların pencerelerinden insanlar sarkıyor, bu insanların ellerinde de Fenerbahçe bayrakları sallanıyordu. Fenerbahçe, 1995/96 sezonunu şampiyon olarak tamamlamıştı.

Akşam babam işten eve geldiğinde, onun da Fenerbahçeli olduğunu bilerek "Baba Fenerbahçe şampiyon oldu" dedim. Babam bu şampiyonluğa olan ilgimi tatminkar bulmuş olacak ki ertesi akşam eve geldiğinde elinde 3 poşet vardı. Birisinde 90'ların meşhur kısa ve naylonu andıran şortlarından en lacivertiyle, sarı, V yaka, önünde Vakıf Bank yazan, sırtında da 7 numara olan bir forma vardı. Diğer poşette ise alt üst, paraşüt denilen eşofman takımından ki onun da renkleri sarı-lacivertti... 3. poşetten çıkan ise beni mahallenin süper starı yapacaktı: Önce kutu çıktı. Kutunun içindense kırmızı bir krampon.... Mahallede tüm çocuklar 'lastik pabuç'la top oynarken ben artık gerçek bir krampon ile harikalar yaratabilecektim. Hatta benim için aldım-verdim düellosunda 'kramponlu çocuk bizden' kavgaları bile yapılacaktı. Tüm bunların karşılığında Fenerbahçeli olmam gerektiğini söyleyen babamı duymuyordum bile; ben zaten doğuştan Fenerbahçeliydim hem de kırmızı kramponu olan bir Fenerbahçeli!

--------------

O günlerden bu günlere kadar geçen süreçte çokça kramponum oldu. Kırmızı da oldu, beyaz da. Siyahını da giydim, açık mavisini de. Hatta bir tanesi turkuvaz bir tanesi pembeye bile sahiptim. Sahaya çıktığım son kramponum ise Puma evoPOWER oldu. Ama bu sefer bazı şeyler değişik ilerledi...



Amatör futbolun en önemli özelliklerden bir tanesi, fırsatları değerlendirmenizin gerekliliğidir. Bu yüzden Salı akşamı çıktığım maçta, tek forvet olarak takım benden beklentilerinin de farkındaydım; İlk bulduğum fırsatta gol atmalıydım. Maçın ilk dakikalarında orta sahadan gelen topu kontrol etmek isterken, alışkanlık gereği ayağımı hafif geriye aldım. Böylece topu daha yumuşak kontrol edebilecek, ayağımdan sekecek topun da fazla açılmamasını sağlayacaktım. Oysa top ayağımla temas ettiği anda durdu ve kontrolüme geçti. Açılma payı o kadar düşüktü ki bu da bana hızla arkamı dönem şansı tanıdı. Şaşkınlığı üzerimden attım ve ayağımdaki gücün artık farkına vardım.

İlk yarının sonlarına doğru 'sevdiğim toplardan' birisini aldım. Savunmanın arkasına doğru yaptığım koşuya, orta alandan derinlemesine bir pas gönderildi. Stoperle birebir kalmıştım. Puma evoPOWER'ın tasarımcılarının 'Pebax Dış Taban ve Artan Sabitlik Çerçevesi' adını verdiği özellik sayesinde ayağımdaki oldukça hafif ayakkabı sayesinde stoperle mesafemi koruyarak topu kontrolümden hiç çıkarmadan ilerledim. Rakibi oyundan düşürmek için en sevdiğim hareket olan ani ve keskin bir bilek çalımını denemeye karar verdim. Ayağımın dışı ile topu ani bir şekilde sağa çektim. O kadar hızla gelişti ki olay rakip ters ayakta kaldı ve artık kale önümdeydi. O vuruşu yapacaktım...



Ceza alanı dışındaydım ve ayağımın iç-üst kısmı ile kesme bir şut çıkardım. Hafif çaprazdan yaptığım vuruş beklediğim gibi falso aldı. Süratle kaleye gitti ve kalecinin ellerinin üzerinden ivmesini alıp ağlarla buluştu. Ayağımın üst kısmını istediğim gibi kullanmama izin veren, yaptığım vuruşun tam kafamdaki gibi hassas ve kesin bir şekilde hedefe gitmesini sağlayan Puma evoPOWER, Agüero'nun, Falcao'nun, Balotelli'nin neden bu markayı tercih ettiğini de anlamamı sağladı.

İkinci yarıda yine benzer bir pozisyonda bu sefer ayağımın içi ile rakibi terse yatırarak topu önüme aldım. Artık şaşırmıyordum çünkü bu ayakkabı görevini layıkıyla yerine getiriyordu. Ceza alanına girip ayağımın dışıyla 'trivela' vuruşu denedim. Top o kadar tatlı gitti ki, direğin içine çarpıp oyuna dönmesi bile keyif verdi. Hem zaten ben vurduğum şutun gol olmasından ziyade direkten dönmesini daha çok seviyorum. Hayattan kalma alışkanlık...


Ne Kadar Avrupalıyız? (Futbol Extra)

Maçın son düdüğü geldi. Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde çıktığı ilk maçta İspanyol devi Barcelona ile 0-0 berabere kaldı. Ali Sami Yen Stadı’nda oynanan maç sonunda Katalanlar üzgün, Galatasaraylılar ise sevinçliydi. Özellikle de bir tanesi.

23 Kasım 1993 yılında oynanan Galatasaray – Barcelona maçından sonra gazeteciler, dönemin Barcelona Teknik Direktörü Johan Cruyff’a ilginç bir soru sormuştu: “Galatasaraylı Suat, Avrupa’da top koşturabilir mi?” Hollandalı efsanenin cevabı ise daha ilginç, ilginç olduğu kadar da düşünmeye sevk ediciydi: “Burası Avrupa değil mi?”

Avrupa takımlarının katıldığı Şampiyonlar Ligi’nde oynanmış bir maç sonrası gazetecilerin ‘Avrupa’da oynar mı?’ diye sorması dilimize yerleşen ‘Avrupa’da oynamak’ kalıbının aslında zaman zaman mantık çerçevesinden çıktığını gösteriyor. Mantık tanımına bakınca da, mantığın zaman zaman çerçeveden çıkmaması gereken bir resim olduğu gerçeğine ulaşıyoruz. Bu da demek oluyor ki bu söylem: mantıksız.

BİZ HANGİ KITADAYIZ?

Barcelona ile oynanan maçta Suat Kaya çok iyi bir futbol sergilediği için basın mensupları onun Avrupa’da oynaması gerektiğini düşünüp bu soruyu sormuşlardı. Cruyff cevabının devamında ‘Dünyanın her takımında oynar’ diyerek sınırları daha genişleten coğrafik bir cümle kuruyordu. Futbolun bu mobilite haline nereden kapıldığımızı bilmiyorum ancak ne zaman başarılı bir futbolcu yetiştirsek onu hemen ihraç etmeye çalıştığımız gerçeğinden de kaçamıyorum. Sanki güzel olan hiçbir şey burada kalmamalı hemen Avrupa’ya gitmeliydi. Avrupa’ya gitmeli ve kendini orada geliştirmeliydi. Asla ve kesinlikle bir Türkiyeli futbolcunun kendisini Türkiye’de geliştirmesi için uygun ortam bu ülkede yaratılmamalıydı. Geçmiş zaman içeren cümleler uzar da gider. Fazla uzatmadan kafamızı kurcalayan şu Avrupalılık meselesini deşmek istiyoruz. Burası gerçekten Avrupa mı? Peki, biz ne kadar Avrupalıyız?

ORTASI YOK

Avrupa Kupalarında yakında zamanda aldığımız başarıları şöyle bir gözden geçirmeye çalışalım ve Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupası ile Fenerbahçe’nin Avrupa Ligi’ndeki yarı finalini getirelim hemen. Avrupa’da bir kupa kazanmış takıma sahipken bu takımın birkaç yıl sonra Trömso gibi kendi seviyesinin çok altında başka bir takıma elenmesini açıklayamıyoruz. Ya da Avrupa Ligi finalinin kapısından dönen takımımızın daha sonra sahasında 5 gol yemesini izah etmekte güçlük çekiyoruz. Aslında burada dikkat edilmesi gereken nokta şu; Avrupalı dediğimiz takımlar da her ne kadar bu şekilde iniş-çıkışlar yaşasa da onların iniş-çıkış noktaları arasındaki mesafe bizimkilerden daha kısa. Avrupalı diye adlandırdığımız takımlar istikrarlı bir şekilde uluslararası organizasyonlara katılırken bizim takımlarımız bir sene yarı final oynarken diğer sene ön elemeyi geçemiyor. İşte burada onlardan ayrılıyoruz.

TRİBÜN TAMAM DA…

Hollanda’nın total futbolu, Almanların disiplinli takım oyunu, İspanyolların pasa dayalı sistemi, İngilizlerin uzun topları. Hepsine tamam, peki bize gelirsek? 2008’de Avrupa’da milli takım ile üçüncü olurken bir ‘kaos futbolu’ yarattık ama bu tamamen o dönemi ifade etmek için bulunmuş bir söz öbeğinden öteye gidemedi. Zaten gitmezdi de… Avrupa’da Türkiye denilince akıllara herhangi bir futbol sistemi gelmiyor; tribünler geliyor. Avrupa’da yaşayan normal bir futbolsever Türkiye’deki takımların –Sneijder, Drogba, Diego Ribas, Demba Ba, Cardozo gibi Dünya genelinde tanınan isimleri yoksa- Avrupa’da lafı geçince akıllarına gelen ilk şey tribünler oluyor. Ateşli, baskılı, tutkulu, meşale yakan, maske takan, bağıran, küfür eden, rakiplere cehennemi yaşatmaya yemin etmiş ortalama 30 bin kişi. Bu kötü bir şey değil ve bizi Avrupa’nın dışına itmez. İngiltere, İspanya, Almanya gibi ülkelerde de tribünleri ile akıllara gelen takımlar var. Ama bizi onların bir adım daha gerisinde bırakan şey; tribün kültürleri olan o takımların saha içinde de birer kültüre sahip olmaları. Bizse hala Galatasaray’ın 2000 ruhunu arıyoruz…

KENDİMİZ OLAMIYORUZ

Saha içinde bir kültürümüz henüz yok kabul ediyoruz. Ancak bizim Avrupalının bile imrendiği bir tribün kültürümüz var. Bize has, bizden doğma, biz kokan, biz gibi. Avrupalı olmak adına bunlardan vazgeçmeye başladığımızda aslında sahip olduğumuz bir ‘futbol kültürünü’ de yok etmeye başlıyoruz. Örneğin; ne zaman milli takımın maçı olsa hemen birileri ‘milli takım formanı giy, tribüne gel’ sloganını ortaya atıyor. Tıpkı Avrupa’dakiler gibi yap demeye getiriyor. ‘Bakın onlar nasıl milli takım forması giyip, milli takım taraftarı olmuşlar’ın laciverti. Oysa onlar nasıl bunun âdet/kültür edinmişlerse bizim de olayımız budur belki de… Herkesin kendi takımının forması ile geldiği, Türkiye A Milli Takımı tribünü bir kültürdür. Avrupa’da oynanan maçlarda Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe formaları ile yan yana poz veren taraftarların fotoğrafıyız biz. Gezi olayları sırasında ortaya çıkan ‘İstanbul United’ bile bu kültürün bir sonucudur.

1949-1952 arası birinci, 1954 yılında da ikinci dönemini yapmak üzere iki kez Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olan Ulvi Yenal, bir dönem Türkiye’yi Asya Grubu’na sokmuş ancak daha sonra FIFA Başkanı Sir Stanley Rous’un çabaları ile Avrupa cenahına dâhil edilmiştik. Meselenin coğrafik, sosyolojik ve kültürel miras açısından değerlendirmesi bizleri çok başka yerlere götürebilir. Oysa futbol kendi başına bir dünyadır ve hiçbir benzeşmeyi realiteye dönüştürmez. Eğer öyle olsaydı bugün Ortadoğu topraklarında bulunan İsrail’in Avrupa organizasyonlarında neden yer aldığını sorgulardık…

‘Ne kadar Avrupalıyız?’ sorusunun futbol sayfalarında bir yerlerde cevabı gizli. Sanırım bulmak için daha fazla okumamız gerekiyor.

*Futbol Extra Dergisi Aralık sayısında yayınlanmıştır.

İtalya'da Türkler (Futbol Extra)

Futbol tarihimiz boyunca çok sayıda ismi yurtdışına uğurlayamasak da uğurladıklarımız içerisindekilerin bir çoğuna İtalya bileti aldık. Çoğu efsanemiz İtalya'da oynadı, çoğu efsane adayımızın hayallerini İtalya süsledi. Onlardan birisi Salih Uçan da bu ülkenin başkentini fethetmeye çıktı. Ona yol göstermesi açısından kendisinden önce bu tecrübeyi yaşayanları şöyle bir derleyelim dedik...

HAKAN ŞÜKÜR (Torino, Inter, Parma)

İtalya, futbol, Türkiye denince bu üçgenin arasında akla gelen ilk ismin Hakan Şükür olması kaçınılmaz. Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük golcüleri arasında yer alan Şükür'ün İtalya macerası için başarılı mı oldu, başarısız mı oldu bir türlü karar verilemez aslında. 1995 yılında kısa bir Torino macerası yaşadı. O dönemde özel hayatında çalkantılar yaşayan Şükür'ün adı Sakarya Üniversitesi'den 20 yaşında Burcu ile anılırken bir yandan da ailesi İstanbul Üniversitesinde Eczacılık okuyan Esra'yı istemeye hazırlanıyordu. Hakan hayatını birleştirecek kadını ararken, Torino da onu arıyordu. Hakan iki konuda da kararını verdi: Önce İtalyan takımının teklifine evet dedi ardından da Esra Erbirlik ile evlendi. Torino'da Hakan'ı Başkan Calleri ve Teknik Direktör Sonetti karşıladı. Ancak bu tecrübe sadece 5 maç sürebildi. 9 numaralı bordo formayı sırtından erken çıkararak Galatasarayına geri döndü.

G.Saray'da 2000 yılı UEFA zaferi ile taçlanan müthiş 5 yılın ardından ikinci Çizme çıkarması başladı. Bu sefer adres Tornio'dan yaklaşık 150 kilometre uzaklıktaki Milano kentiydi. Milano'nun mavileri ile anlaşan Hakan Şükür'ün ayrılışı biraz sancılı oldu. Dönemin yönetici Burak Elmas'la kamp öncesi görüşen Hakan, 'Galatasaray'da devam etmiyorum. Inter'le anlaştım' demişti. Kulüpler o zaman ifade edilen para şekli ile 13 trilyon türk lirasına bu iş bitsin kararı verdi. Inter'de bir sezon kalabildi. AC Milan derbisinde gol attı, Hertha Berlin ağlarına son dakikada tarihi bir top bıraktı, İtalyan savunmalarının arkasına çok iyi sarktı ancak tutunamadı. 'Burada gol atmak çok zor' diyen Hakan, bu sefer şansını bir de Parma'da denemek istedi.

La Gazzetta dello Sport, Parma transferini 'Şükür, İtalya'dan intikam almak istiyor' sözleri ile manşetlerine taşıdı. 2002 yılı içindeydik ve Dünya Kupası yaklaşıyordu. Hakan Şükür'ün Parması felaket top oynuyordu. Küme düşme hattının etrafında dolanıyor, 4-5-6 gol yiyerek sahadan ayrılıyordu. Frey, Fabio Cannavaro, Luigi Sartor, Nestor Sensini, Sabri Lamouchi, Alain Boghossian, Hidetoshi Nakata, Matias Almeyda, Johan Micoud, Marco Di Vaio, Patrick M'Bomba ve Savo Milosevic gibi önemli isimlerin yer aldığı kadro toparlamasını bildi. Hakan Şükür'ün Bologna ve Brescia maçlarında gol atma başarısı gösterdiği Parma o sezon ligi 10. bitirirken İtalya Kupası'nın da sahibi oldu. Şükür, en azından bu macerayı kupayla kapattığına şükretti ve İngiltere'nin; Blackburn Rovers'ın yolunu tuttu.

EMRE BELÖZOĞLU & OKAN BURUK (Inter)

Galatasaray, Kopenhag'da bir ömür boyu konuşulacak bir mücadele sonrası İngiliz devi Arsenal'ı yenerek UEFA Şampiyonu olmuştu. Final maçında kırmızı kart cezalısı olduğu için forma giyemese de Emre'nin sezon boyunca gösterdiği müthiş performans onu bu başarının mimarlarından birisi yapmaya yetti. Okan Buruk ise orta sahanın dinamosuydu adeta. Zaten UEFA zaferi sonrası sözleşme yenilemeyip bedelsiz olarak Inter'in yolunu tuttuklarında asıl yıldız transfer olan Okan'a İtalyanlar 'motor' lakabını vermişti. Evet, yıldız Okan'dı. Emre ise henüz 21 yaşında gelecek vaat eden genç yetenekti. Ancak işler tersine döndü ve Çizme'ye damgasını vuran isim Emre oldu. Okan, Milano ekibinin yedek kulübesi için ideal bir isim haline geldi. Emre'nin meşhur Lazio maçı -ki o maçta attığı aşırtma golü 2003 yılında San Siro'da atılan en güzel gol seçildi- İtalya'nın Anadolu kulüplerine karşı oynanan maçta 90 dakika boyunca koşması, hırsı ile unutulmaz performansları varken Okan'ın hemen hemen hiçbir maçta akıllarda kalacak etkisi olmadı.

İtalyanlar Emre'nin performansından zaman zaman o kadar etkilendiler ki ne lakap vereceklerini bulamadılar. Hakan Şükür için 'Boğazın Boğazı' demek yeterli gelmişti ancak Emre'ye 'Topkapı Elması', 'Boğazın Maradonası', 'Mükemmel Bücür' ve yine Maradona'dan yola çıkarak 'Diego' lakaplarını taktılar. UEFA tarafından Avrupa Futbolu'nun Oscarlarına aday gösterildi. Barcelona'dan Cocu ile takası gündeme geldi. Inter formasını 4 sezon boyunca sırtında taşıdı ve hala Milano kentinin mavi yakasında iyi hatıralarla anılıyor.

Emre'nin Inter'e vurduğu damga, biraz da Okan'ın sönük kalmasına neden oldu. Okan genellikle ikinci adam ya da Emre'nin ekürisi olarak kaldı. Adı her transfer döneminde farklı bir takımla anıldı, İtalya içi takas haberlerinde ilk onun ismi yazıldı. Eğer gündemde transfer yoksa Esra Eron'la yaşadığı aşk magazin sayfalarını süsledi. Futbolu mu? 2-1 yenildikleri Chievo maçının 33. dakikasında gördüğü kırmızı kart fişinin çekilmesine neden oldu. O maçın ertesi senesi de, bir önceki sene 'asla gitmem' dediği Beşiktaş'a imza attı.

ÜMİT DAVALA (AC Milan, Inter)

Türkçesi ne yazık ki güvenilirlik açısından zayıf kalan Wikipedia'nın futbolcu sayfalarında, kariyer rakamlarına yer verilmeseydi Ümit Davala'nın Afyonspor, İstanbulspor, Diyarbakırspor, Galatasaray, AC Milan, Inter ve Werder Bremen şeklinde ilerleyen hayatı etkileyici olabilirdi. Ancak 2001 yılında Fatih Terim'in isteğiyle Galatasaray'dan AC Milan'a transfer olan Ümit Davala'nın uzun saçlarını tutan bantı dışında kırmızı-siyahlı forma ile bırakabildiği hiçbir etki olmadı. Kendi ifadesi ile 'sahaya çıktığında dizlerini titreten' San Siro'da 10 maça çıkabildi. Daha sonra Inter'e transfer oldu ama sadece bonservisin kulübe ait olduğunu ifade eden dosyalar İtalya'da kaldı. Kendisi bir sezon Galatasaray'da bir sezon da Werder Bremen'de kiralık olarak oynadı. 2004'te Werder Bremen bonservisini alsa da sakatlıklar yakasını bırakmadı, Davala futbolu bıraktı.

EFSANELER

Metin Oktay (Palermo): Galatasaray'ın bayrak ismi Metin Oktay'ı Palermo, Roma, Lazio ve dönemin takımı Spal istiyordu. Kuruçeşme adasında Refik Selimoğlunun başkanlığında yapılan toplantı sonucu Oktay'ın 500 bin lira karşlığında bu İtalyan takımlarından bir tanesine satılması kararlaştırıldı. O sırada İstanbul'a bizzat gelen Palermo teknik direktörü Remondini, Metin Oktay'ı ikna etti. Yapılan toplantıda 500 bin lira bonservis bedeli belirlense de Palermo ile Galatasaray 300 bin lirada okeyleşti. Sadece 12 maça çıkıp 3 gol atabildiği Sicilya takımına katılmak üzere gittiği İtalya'da Oktay'ı başkan İvizzi ve ikinci başkan Salvatore karşıladı. Ülkeye döndüğünde ise efsane isim attığı gollerden değil kazandığı paradan bahsediyordu.

Can Bartu (Fiorentina, Venezia, Lazio): 1956-61 yılları arasını Fenerbahçe'de geçiren Can Bartu, 1961 yılında Fiorentina'ya transfer oldu. Devam eden 6 seneyi Venezia ve Lazio formaları giyerek de geçirdi. 1967'de yeniden Fenerbahçe'ye dönene kadar 100'ün üzerinde maça çıkan ve İtalyanlar tarafından 'Sinyor' lakabını alan Bartu, 16 da gol atmayı başardı. Emre Belözoğlu'nun dışında İtalya'daki en kariyerli isim diyebiliriz. Lecco'yu 2-0 yendikleri maçta yaptığı asist o kadar beğenildi ki, 'Altın tepsi de gol pası veren Türk' başlığı atıldı adına... İki yıl için anlaştığı Fiorentina'dan 75 bin dolar kazanan Bartu, taraftarların tepkisine rağmen Lazio'ya transfer oldu. Lazio'da da futboluyla beğenilen Sinyor halen Roma'da hatırlanan bir isim.

Şükrü Gülesin (Palermo, Lazio): İtalya'ya transfer olan ilk Türk futbolcusu. 1950 yılında Beşiktaş'tan Lazio'ya giden ancak yabancı kotası nedeniyle Palermo'ya kiralanan efsane forvet, 1.91 cm boyu ve 100'e yakın kilosu ile İtalyan defanslara korku salmıştı. Palermo'nun güncel internet forumlarında 'gulesinsukru' kullanıcı adına sahip gençlerin bulunması takımda ve şehirde bıraktığı etkinin derecesini gösteriyor. Palermo'da 1950/51 ve 1952/53 sezonlarında forma giyen Gülesin toplamda 50 maça çıkıp 20 gol kaydetti. Kimi zaman Yunanistan'ın Atlitiki gazetesinin haberine göre 'bazı nahoş' olaylara karıştığı için kadro dışı bırakılan, kimi zaman 'hayatının sonuna kadar İtalya'da yaşamak istediğini' açıklayan efsane forvet Lazio'nun kendisine şans vermeyip, Palermo'ya kiralamasının yarattığı hezeyanı 1965'te Milliyet'teki köşesinde şöyle anlatıyordu: "Lazio maçı öncesi teknik direktör Viani'ye 'Sinyor, beni Lazio'ya karşı santrafor oynat, seni mahcup etmeyeceğim' dedim. Bunu nasıl anlatmış, nasıl söyleyebilmiştim! Elimle 5 işaretini yaparak ve gözlerimle gol atacağımı vaad ederek... Sonunda Viani inandı bana, 9 numaralı formayı giydim, çıktım sahaya. İki gol attım, biri kornerden... Lazio'yu 2-1 yenmiştik. Halk maçtan sonra sahaya girdi. Palermoluların omuzlarında 'Viva Turko' sesleri arasında bir kumandan gibi soyunma odasına getiriliyordum"

*Futbol Extra Dergisi Eylül sayısında yayınlanmıştır.